23 Şubat 2012 Perşembe

Trois couleurs: Rouge


Three Colours: RED


Trois couleurs: Rouge (Three Colours: Red) (1994) Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski' nin Three colours üçlemesinin son filmidir. 1941 Varşova doğumlu Kieslowski, son filmini bitirdikten iki sene sonra 1996' da yine doğduğu şehirde hayatını kaybetmiştir. Andrzej Wajda, Roman Polanski, Krzyzstof Zanussi ve Jerzy Skolimowski gibi yönetmenlerinde okuduğu Lodz film okuluna başvurduğu 3. yılda kabul edilmiş ve 1969' da bu okuldan mezun olmuştur. Üçlemesinin dışında on bölümden oluşan "Dekalog" serisi ve La double vie de Véroniqu' de son dönemlerindeki diğer önemli eserleridir.

Kieslowski fransız bayrağının renklerinden (mavi, beyaz, kırmızı) esinlendiği üçlemesinin her bir filminde farklı bir temayı ele alıyor. Rouge (Red-kırmızı) kardeşlikle, bleu (Blue-mavi) özgürlükle ve blanc (White-beyaz) da eşitlikle özdeşleştirilmiş. Üçlemenin her filmi ayrı ayrı sıra gözetmeksizin de izlenebilir. Üçlemenin son halkası olan Red' in başrollerinde Irène Jacob, Jean-Louis Trintignant ve Frédérique Feder bulunuyor. 

Filminin ismine Rouge demiş Kieslowski, ancak önce ismi seçip sonra filmi oluşturmuş sanki; kapakta olduğu gibi birçok karede kırmızı hakimiyetini görmek mümkün. Kırmızının hakkını vererek çekilmiş sahneler.


Kieslowski filmin ismini kırmızı yaparak izleyicinin de kırmızı algısını açıyor, sanki seyirciye filmin isminin kırmızı olduğunu bil öyle izle diyor. Film de üç ana karakter var, Veronica, Auguste ve emekli yargıç.
Film Veronica (Irène Jacob) karakterinin etrafında dönüyor. Sevgilisinde uzakta bir şehirde modellik yapan Veronica yolda arabasıyla emekli bir yargıcın köpeğine çarpıyor ve bu vasıtayla yargıçla (Jean-Louis Trintignant) tanışıyor. Velentine naif, içinde daima iyilik olan, aşkını arayan genç bir bayan; onu yargıca götüren de içindeki bu iyilik zaten.


Emekli yargıç ise sürekli çevresini gözetleyen ve dinleyen, yaşlı, huysuz, kendi dünyasında yaşayan bir adam.  Gözetlediği kişiler arasında  Velentine gibi yakınında oturan genç yargıç Auguste (Jean-Pierre Lorit) da var. Yaşlı yargıç genç yargıcı takip edip dinledikçe onun kendisininkine çok benzer bir kaderi yaşayan bir adam olduğunu anlıyor.
Auguste da kendisi gibi sevdiği kadın tarafından aldatılmış bir adam. Yargıç olmak için girdiği sınava giderken kitabını düşürüyor ve o esnada bir sayfa açılıyor; tıpkı emekli yargıcın gençliğinde yaşadığı benzer bir olay gibi o sayfada okudukları aynı gün sınavını geçmesine yardımcı oluyor. Bu yine Kieslowski' nin tesadüflerinden bir tanesi. Tesadüfün tesadüf olmadığına işaret ediyor yönetmen. Yine kaderci bir anlayışla devam ediyor hikaye. Aslında olayların farklı zamanlarda ve farklı yerlerde tekrar etmesi Kieslowski' nin sinemasında sıkça kullandığı bir yapı.

Film başlangıcından itibaren iki ayrı hikaye gibi devam ediyor, birisi  Velentine' in diğeri Auguste' nin hikayesi. Emekli yargıç zor ve uzun mesafeli bir beraberlik yaşayan Veronica ve aldatılan genç yargıç Auguste' nin kaderlerini birleştirmek gibi bir misyon üsleniyor kendine. Bu amaçla izlemeye ve dinlemeye devam ediyor Auguste ve çevresini.


Velentine ve emekli yargıcın her sohbetinde  Velentine, adeta kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkıyor ve geçmişini, bugününü ve geleceğini düşünüyor. Yargıcın içinde bulunduğu hayat ise çok güzel yansıtılmış. Yargıcın evinde geçen birçok sahnede kamera tıpkı bir izleyen gibi yavaşça süzülerek giriyor içeri. Amaç sanki bir sahne çekmek değil de süregelen bir hayata dâhil olmak.Yargıç yakınındaki gözetlediği hayatların yapmacıklığından bıkmış, insanların kötülüğü karşısında Veronica' nın iyiliğinin dünyaya fazla geldiğini düşünüyor adeta. Onun mutluluğu için elinden geleni yapmaya hazır, ve yapıyor da.

Usta yönetmen film boyunca her zamanki gibi gereksiz diyaloglardan kaçınıyor, kendi deyimiyle Amerikalı tavırlarını zaten sevmiyor. Tüm insanlığın bencilliğini ve kötü yönlerini ortaya koyuyor bu filmde ve üçlemenin diğer filmlerinde.  Velentine ise her zaman iyi ve saf; yaşlı kadının şişeyi çöpe atma sahnesinde de bu çok belirgin.  

Üçlemenin ortak sembolü aslında bu sahne. Aynı yaşlı kadın şişeyi çöp tenekesine atmaya çalışıyor. White' daki kadın yaşlı kadını görür ve alaycı bir gülümsemeyle yoluna devam eder, kötülüğü hisseder orda seyirci, Blue'daki kadın yaşlı kadını görmez veya görmezden gelir, kendi yoluna devam eder hiç birşey yokmuşçasına, Red' de ise  Velentine yaşlı kadına yardım eder ve nihayet şişeyi beraber çöp tenekesine atarlar. Red' in kardeşliği simgelediği düşünülürse, Kieslowski'nin burda insanlığa kardeşlik öğüdünü verdiği anlaşılabilir.


Stili ile Tarkovski'yi de anımsatan "klas" yönetmen Kieslowski hayatını yitirmeden önce onun adına bir belgesel çekilmiştir. Bu belgeselde hayatına ilişkin birçok detay olmasının yanısıra Amerika' yı neden sevmediğine dair sorulan bir soruya kendisinin verdiği yanıt benim en çok dikkatimi çeken nokta olmuştur. 

-Amerika hakkında sevmediğim şey; yüksek derecede kişisel tatminle karışık boş laf peşinde koşulması. Amerikalı menajerime nasılsın desem bana “son derece iyiyim” (extremely well!) yanıtını verir. “Okey” ya da “iyi” değildir; “son derece iyi” olmalıdır. Ben “son derece iyi” değilim, ben hiç de “iyi” değilim. İngilizce bir deyim kullanmak gerekirse “I’ m so so”.
-----


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder